16 Kasım 2016

ÇİÇEKLER

Kasım 16, 2016

ÇİÇEKLER*

Bir film, bir kitap, bir dergi, bir defter, bir kalem iyi gelebilirdi. Zengin kılabilirdi beni. Öyle hissederdim. Yeni bir kitap, yeni bir kıyafete (kılığa) bedeldi. Yeni bir defter heyecanlandırabilirdi yazan, yazmayı seveni. Sokaklarda olmaktansa balkonumda kalmayı tercih ederdim. En sevdiğim müzikleri dinleyerek, yazmayı ya da merakla açıp okuduğum kitapları okumayı. Onca binaya inat karşımda duran kiraz ağacına bakmayı severdim. Ya da annemin çiçeklerine kırmızısına, pembesine, beyaz gülüne bakıp dalıp gitmeyi, saatlerce düşünmeyi. Sadece bir çiçek değildiler. Onlar benim manzaramdı. Bazen dert ortağım, esin kaynağım bile olurlardı. En usta ressamın canlı tablolarıydı. Her gün, her seferinde aynı çiçekleri incelemekten, seyretmekten, sevmekten ve koklamaktan alıkoyamazdım kendimi. Çiçeksiz balkonlar ne kadar boş gelirdi. Eksiktiler, yalnızdılar sanki. Balkonun balkon olabilmesi bir çiçekle sağlanırdı kendimce. Böyle yer edinmişti zihnime. Çiçekler...

Bir çiçeğe bile bakmak, az veya çok sabır isterdi. Özen gerektirirdi. Sevgi isterdi. Sevmeyi bilmeyenlerin bir çiçeği olamazdı bence, olmamalıydı. Sevgi barındıramayanların. Ya da olurdu ve ölürdü. Benim de üniversitenin ilk yıllarında bir çiçeğim vardı. Mor bir sümbül. Lakin bende o sabır ve sevgi yoktu sanırım, yarım yıl sonra ölmüştü çiçeğim. Ya da sevmemişti beni, yerini, suyunu. 

Annem çiçekleri çocukları gibi severdi. "Benim hiç çocuğum olmadığı için miydi?" diye düşünmüştüm. Sonraları kendime “Ben bir çiçeğe bile bakamam.” dediğimi hatırlıyorum. Oysa çiçeklerim olsun isterdim rengarenk, çeşit çeşit. Ama önce bir balkona yahut bahçeye sahip olmalıydım kendimce. Bir balkonum, bahçem olursa orayı çiçeklerle donatacağıma dair bir söz bile verdim kendime. Lakin sırf güzel gözüksün değil amacım. Çocuk sahibi olur gibi, evlat edinir gibi edinmek niyetindeyim. Çiçekleri gösteriş amaçlı kullanan onca insana inat. Onlar canlı bir sanat eseri. Ve öldürülüp satılması kadar yaralayıcı bir şey olamaz, olmamalı. Umarım çiçeklerin katledilip satılmadığı bir dünya var olur. Umarım..


Ve bir gün her renkten, her ırktan çocuğum olacak bahçemde, balkonumda. Zenginim diyeceğim. Çünkü bahçemde soyut somut bir sürü şey edindim. Çiçekler içindeyim. Artık zenginim anne…

Sevgiyle...

P.S.* (Birkaç yıl önce yazılmış bir yazımdır.)


"Boynumda elmas yerine, masamda çiçek olsun isterim."
Emma Goldman

11 Kasım 2016

KONUK YAZAR | ŞEYMA

Kasım 11, 2016

NEYE NİYET ?

Hani meşhur bir anlatı vardır:
Kızgın bir çölün ortasında bir kuyu vardır. Bir gün yolcunun biri buradan geçerken susayıp atından iner, derken atı başıboş kalmasın diye hemen yere bir kazık çakar ve atını bağlar, suyunu içip gideceği sırada ise "Benim gibi atını bağlayan olur belki, kolaylık olsun." diyerek kazığı bırakır ve yoluna devam eder. Derken yine bir yolcu susayıp kuyuya yöneldiği sırada kazığa takılır ve yere kapaklanır. "Benim gibi düşen biri olur belki, zorluk çıkarmasın." diyerek kazığı söker ve gider.

Şimdi, ne ilk yolcuyu, aslında yaptığı işin bir sonraki yolcu için kolaylık olmadığına; ne de ikinci yolcuyu, yaptığı işin bir başkasına zorluk çıkarmadığına ikna etmemize gerek var. Peki ama nasıl olur da ortada birbirine taban tabana zıt iki fiil varken netice aynı noktada buluşabilir? İyi niyet. İşte belki de şu dünyada olup bitenin kısa bir özeti; başkasına göre senin yaptığının zıttı iyilik olup, senin yaptığın ise kötülük gibi görününce kendi iyiliğinden vazgeçen, hatta bir yerden sonra belki de yanlış değerlendirilmenin verdiği hırçınlık duygusuyla başkasına göre iyilik olan bir şeyden bile vazgeçen, haksızlığa uğramış, içindeki iyilik yapma duygusunu kış uykusuna yatırmış insan hikayeleridir.

Oysa, bir başkasına göre yaşamak nasıl bir kaostur! Kime göre? Hangi kültürde büyümüş olana, eğitim geçmişi nasıl olana, yaşı ne kadar olgun olana göre? Sonsuz bir kombinasyon. Ve hatta bunların her biri sürekli değişim ve deveran içindeyken! Daha dün sevdiğini bugün sevmez, dün evet dediğine bugün hayır derken? İnsan bünyesi bu çeşitliliğe uyum sağlayabilir mi? Böyle mutlu olabilir mi? -E göreler, -a göreler bitmez. Belki de sahip olunan karakterin diğerleri tarafından kolayca kavranamayacağı nitelikte bir iyilik anlayışı vardır.  KİM bilir?
...
"Benim öncelikle iyi niyetli insanlara ihtiyacım var. İşi bilmeyene iş öğretebilirim ama iyi niyetli olmayanın niyetini değiştiremem."
Hakan Mengüç

27 Ekim 2016

LABİRENT

Ekim 27, 2016

LABİRENT

Yalnız. 
Herkes uzak. Her yer uzak. Her şey uzak. 

Yaşam alanını belirlediği çemberin çapı, herkese, her yere ve her şeye o kadar uzak ki. Hayal etmekte zorlandığımız sonsuzluğun içinde tek başına sanki. 

Labirent gibi soyut duvarlarla çevrili bir sarmalın ortasında. Yalnız. Biri, başlangıç noktasına geliyor. Ona, somut olarak o kadar yakınken soyut olarak ne kadar uzak olduğunu şaşkınlık içerisinde fark ediyor. Devasa duvarlarını keşfetmeye başlıyor. Korkuyla labirente ilk adımını atıyor. Merak ve heyecan içerisinde ilerliyor. Bir bulmaca gibi çözmeye çalışıyor. Adımları çekingen. Korkuyor. Soğuk duvarların arasında dolaştıkça kaybolmaktan korkuyor. Her yolu deniyor ve artık labirentin kalbine yaklaştığını hissediyor. Tam merkeze ulaştığını sandığı sırada en başa döndüğünü anlıyor. Zaman yine acımasızca ilerliyor. Her seferinde merkeze teğet geçiyor. Bir türlü labirentin kalbine dokunamıyor. Adımları artık koşar gibi, kaçar gibi hızlanıyor. Bir süre sonra merak, yerini umutsuzluğa, heyecan ise huzursuzluğa bırakıyor. Labirentten çıkmak istiyor. Kendine itiraf edemese de aslında kaçmak istiyor. Çıktığında ise labirentin kapıları aynı kişiye bir daha açılmamak üzere kapanıyor. Ama o bunu henüz bilmiyor.

İlk başlarda labirentin karmaşıklığından kurtulduğuna seviniyor. Derin bir nefes alıp rahatlıyor. Sonra etrafına bakıyor. Böyle devasa bir labirent göremiyor, sıkılıyor. İnsanların sıradanlığından sıkılıyor. İnsanların basit oyunlarından. Keşfedecek bir şey bulamayışından, kafa yoracak bir kaç cümle dahi duyamayışından. Sıkıldıkça anlıyor. Onu o labirent gibi etkisi altına alan, düşündüren, yaşamına anlam katmaya başlayan, her adımda yaklaştığını hissedip heyecanlandıran, merakla ve keşfetme arzusuyla ilerlemesini sağlayan bir şey olmadığını anlıyor. Ve anlamak, insanı derinden yaralıyor.

Bir gün labirente geri dönmek istiyor. Geri dönmek için her yolu deniyor. Hatta labirentin duvarlarını yıkmaya bile yelteniyor. Ama labirent kapılarını aynı kişiye bir daha asla açmıyor. Acı içinde düşünmeye başlıyor. "Ben nerede hata yaptım?" diyor kendi kendine. "Her yolu denedim, elimden gelen her şeyi yaptım. Ben nerede hata yaptım?" diye ağlamaya başlıyor. Bir anda (sözde) kafasına elma düşen Newton gibi, aydınlanma yaşıyor.

O, labirenti sadece bir bulmaca, bir oyun olarak görmüştü. Aslında labirent bir ruha ait, soyut duvarlardan örülmüş ve merkezinde kalp olan bir insandı. En önemli şeyi yani onun bir insan olduğunu ve bir kalbi olduğunu unutmuştu. Ona sadece bir oyun, bir bilmece ve bir keşif olarak yaklaşmıştı. Anahtar, sevgiydi. Sadece o duvarları aşmak ve başarıya ulaşmak değildi. O duvarları dinlemesi, sarılması yani sevmesi yeterliydi. O, duvarları baltalamaya çalışmıştı. O, duvarları aşıp ardında bırakmaya, yok saymaya çalışmıştı. Ama o duvarlar yaralı bir kalbin kalkanı idi. Her darbede bir duvar örmüş, her ördüğü duvarda daha da uzaklaşmıştı. Herkesten. Her şeyden. Ve her yerden. Uzaktı.

Yalnız.
...


Ne gariptir ki toplum olarak aklı yavaş olana değil de ayağı yavaş olana; yüreği kör olana değil de gözü kör olana acırız...
*Halil Cibran

25 Ekim 2016

Ütopya'dan Mimliyoruz

Ekim 25, 2016

Ütopya'dan Mimliyoruz

"Ütopyalar güzeldir!"

Bir Deli Mavi  kız geldi girdi gönlüme. Gözleri derin, gönlü derya deniz. "Mucize" ile ilgili bir yazı var o yüzden sende yaz istedim dedi. Gülümsetti yine beni, bir deli mavi kız...

1. Mucizelere inanır mısınız? Neden?

Dünyaya yeni gelen bir bebeğin gözlerini ilk kez açışını, annesini ilk kez gördüğünde yüzündeki gülümsemeyi gördüğüm an mucizelere inanmaya başladığım an diyebilirim. 
Dünyadaki en büyük mucize, bir bebeğin gözlerinde, kokusunda, dokunuşunda gizli.

2. Şu an bir mucize olsa ne olsun istersiniz?

İş başvurusu yaptığım büyük bir firmadan, istediğim pozisyona beni uygun bulduklarını ve en yakın zamanda gelip başlamamı söylemelerini isterdim sanırım. İş konusunda psikolojik olarak öyle bunaldığım bir dönemdeyim ki aklıma mucize olarak bile bu geliyor. Bu soruyu belki 1 yıl önce yanıtlayacak olsaydım bambaşka bir yazı olurdu. Maalesef.

3.Bu kişi/olay/yer benim mucizem dediğiniz bir şey var mı?

Ablamın doğum yaptığı gün benim mucizem. O gün hissettiklerimi asla unutamam. Anne olmanın verdiği hissi tahmin bile edemiyorum. Sizin canınızdan bir can doğuyor. İnsan daha önce hiç bu denli yoğun bir hisse kapılmadığını anlıyor. Bu denli sevmediğini anlıyor. Hayat, o minik bebeğin gözlerinde duruyor. Kalp atışlarınız onun her hareketinde değişiyor. O ağladığında hiç olmadığınız kadar çaresiz çırpınıyorsunuz. Size bu dünyada en büyük mutluluğu verebilecek ve en büyük acıyı yaşatabilecek tek varlık o oluyor. 

Beni mimleyen, çok sevdiğim Bir Deli Mavi kıza çok teşekkür ediyorum. Bende değerli yazar arkadaşım Yeliz'i ve yeni tanıştığım değerli Çıplak Yazar arkadaşımızı bu değerli mime davet ediyorum.

Sevgiyle...

24 Ekim 2016

KADIN #2

Ekim 24, 2016

KADIN #2

Kolu kanadı kırık kadın. İnsanlardan korkuyor. İnsanların yapacağı her şeyden korkuyor. Sevmekten korkuyor. Çünkü sevgi bu hayatta var olabilecek bir duygu değil. BU hayatta duygulara yer yok! 

Aldığı yaraları saymaya başlıyor. Bir yerden sonra hatırlamıyor. Kaç kez kırdılar kanatlarını? Kaç kez onarmaya çalıştılar? Hatırlamıyor. Unutmak belkide iyi bir şeydi. Acı her an sızlamıyor olsaydı eğer. Uykuları acıyla kavruluyor olmasaydı eğer. En ufak bir durumda dünyayı terk etme isteği doğmuyor olsaydı eğer. Kelimeler bile canına kast etmiyor olsaydı eğer. Şarkılar kulaklarını sağır etmiyor olsaydı. Aldığı nefesi içinden acıyla vermiyor olsaydı. Gözleri bir ağaca takılıp dolmuyor olsaydı. Yaşıyor olsaydı eğer. Unutmak iyi bir şey olacaktı belkide.

Kadın darmadağın. Kadın, yarı yok. Ancak bir hayalet bu kadar yok olabilirdi. Ancak bir ölü bu kadar sessiz kalabilirdi. 

İnsan bir şeylerden kaçmaya çalıştıkça daha çok yakalanıyor. Ve en önemlisi sevmek yetmiyor. Sevmek belkide, bu devirde yetmiyor. İnsana hiçbir zaman hiçbir şey yetmiyor. İnsan yetinmeyi zaten bilmiyor. Ama sevgi, sevgi öyle mi? Öyleymiş. Sevginin yetemediği bir dünya varmış. Sevginin yetemediği bir yaşam mümkünmüş. Kadın sevginin yetmediğini ilk kez anlamış.

Sevgiyi sorgulayacak bir hale geldi kadın. Sevgiden şüphe edecek bir hale geldi. Sahi sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu, sevgi emekti.. Değil mi?

Sevgiyle...  


"Birini sevmeye koyulmak başlı başına bir iş, bir girişimdir. Güç ister, yürek ister, körlük ister. Hatta başlangıçta öyle bir an vardır ki uçurumun üstünden sıçramak ister; düşünmeye kalkarsan aşamazsın onu."
*Jean Paul Sartre

15 Ekim 2016

ACI

Ekim 15, 2016

ACI

Hayat. Üzerine sonsuz sayıda söz sarf edilmiş kavram. Kavraması basit ama acı. İnsan anladıkça kaçıyor. Ağır geliyor anlamak. Anladığın her şeyi anlatamayıp yutmak! Ağır geliyor yaşamak. İdam gününü bekleyen bir mahkumun yaşadığı acı kadar acı, anlamak.

Yeni bir hayat kurmak, yeniden başlamak mümkün mü? Varlığının ağırlığı altında ezilmeden yaşamak.. İnsanların kör ve sağır olduğu çemberin dışına çıkmak ve orada yalnız başına dönüp durmak.. Gerçek ve hayal arasında asılıp kalmak..

İnsanın tek derdi kendini değerli hissetmek mi? Sevmek ve sevilmek için çırpınmak mı? Hayatta belli bir konuma yükselmek mi? Adını duyurup, ünlü olmak mı? Her şeyi başarabileceğine inanmak mı? Hepsi kendini değerli hissetmek üzerine kurulu ideallerden başka bir şey değil. İnsan kendini değerli hissettiği sürece, var. Bir insanın değerli olup olmadığı değil, değerli hissedip hissetmediği mevzu bahis.

Her canın bir değeri vardır. Can fakında değilse neye yarar?

İnsan zamanının olmadığının farkında ama neye zamanının olmadığının farkında değil. Yaşamamak için direniyor. Yaşamak için ne yapıyor? Her gün önünden geçip gittiği, çorap satan yaşlı kadının önünde durmaya zamanı olmuyor. O yaşlı kadını görmüyor. O yaşlı kadını sevmiyor. O yaşlı kadını umursamıyor. Yaşlı kadın, koşar adımlarla geçenleri gördüğünde belki bir acelesi, derdi, hastalığı vardır diye onlara dua ediyor. Ama yaşlı kadının varlığını ezbere bildiği halde yok sayanlar, evden 5 dakika erken çıkıp yaşlı kadına “Kolay gelsin.” demiyor. Dünya kadar derdi olduğunu sananlar, dert nedir bilmiyor. Herkesin derdi dünya kadardı oysa...


Kendimi genellikle yeryüzünün her yerinde sürgün sayıyorum. Ve hiçbir yerinde göçmen saymıyorum. Yazdıklarım göçmen yazını değil. Somut anlamda sürgün yazını da değil. Ben kendi kendimi her an, her yerde için için sürüyorum. Tezer Özlü | Yeryüzüne Dayanabilmek İçin 

12 Ekim 2016

KADIN #1

Ekim 12, 2016

KADIN #1


Karmakarışık. Kafam, elim, kolum, dilim ve gönlüm. Durmayan, durulmayan bir sağanak var yüreğimde. Durmayan sözler var zihnimde. Her yeni gün bir başlangıçmış. Her yeni gün yarım. Bomboş beyaz sayfalar bıraktım geride. Tek bir mürekkep damlası dahi damlamadı gönlüme. Dalgasız deniz gibi ölü ruhum. Terk edilmiş bir kasaba gibi sessiz dilim. Bir rüzgar dahi esmiyor bu kente.

Yalnızlık, insanın yanında olan onca cana rağmen öyle hissedilir bir boyuttaki. İnsan dile getiremediği, getirse de anlam ifade etmeyen her şeyi yüreğinde taşıyor. İnsan yaşadığını değil yaşıyormuş gibi yaptığını anlıyor. Yalnızlığın boyutu durmadan büyüyor. İçindeki sağanak şiddetleniyor.

Dışarıdan nasıl sakin gözüküyor kadın. Dünya yansa umurunda değil. Her şeyi dikkatle dinliyor, mantıklı cevaplar veriyor hatta tebessüm bile ediyor. Mutlu ve huzurlu bir izlenim bırakıyor ardın da. Belki de tam aksi lakin dile gelmiyor. Dillendirilmeyen onca acı gibi. Unutulup giden hatıra defterleri, çoktan yok olmuş resimler, gözyaşları ile yazılıp yok edilmiş mektuplar. Değeri olan ne var ki? Bu hayat mı? Bu can mı değerli? Okyanustaki kum tanesi kadar, belki…


" Kelimelerim seni korkutmasın; ölmüş olan biri artık hiçbir şey istemez, sevilmeyi de, kendisine acınmasını da, teselli edilmeyi de istemez."   Stefan Zweig | Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu 

11 Ekim 2016

MİM YAZISI

Ekim 11, 2016


Sevgili arkadaşım Semanur beni mimlemiş. Daha önce hiç mim yazısı yazmadım lakin elimden geleni yapacağım. Güzel arkadaşımın yazısına da buradan ulaşabilirsiniz.

1. Bu yaz okuduğun en güzel kitap?

Okuduğum kitapları genelde uzun araştırmalar sonucu seçerim. O yüzden beğenmediğim pek kitap çıkmaz. Lakin en güzelini seçmem gerekirse Sabahattin Ali / Kuyucaklı Yusuf derim. Yusuf'un hikayesi beni derinden etkiledi. Kitabı çok kısa bir sürede okudum ve son sayfalarda göz yaşlarımı tutamadım. Çok gerçek ve acı bir romandı. 

Varlığı büyük boşlukları dolduracak mahiyette değildi; fakat yokluğu müthişti...

2. Bu yaz okuduğun ve sana hayal kırıklığı yaşatan kitap? 

Zor bir soru açıkçası. Kendisi çok sevdiğim Avusturyalı yazar Stefan Zweig. Kitabı ise Olağanüstü Bir Gece. Kitaplarını her okuduğumda kendisine daha çok hayran olmama rağmen bu kitabı beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Belkide kendisinden çok şey beklediğim için böyle oldu. Ama kitap sitelerine bakarsanız puanı oldukça yüksek ve kitaba olan ilgi fazla.

Size ait değilim artık, içinizden biri değilim, ama yükseklerde ama diplerde dışınızda bir yerlerdeyim, fakat asla ve asla sizin burjuva refahınızın düz kumsallarında değilim artık.

3. Bu yaz izlediğin en güzel 3 film?

Çok fazla film izleyen biri olarak ilk 3 seçmek benim için biraz zor olacak. Ama aklıma gelen ve çok etkilendiğim 3 film şöyle:

1. The Fisher King / 1991 ( Balıkçı Kral)
2. Antwone Fisher / 2002 
3. Life As a House / 2001 ( Yeni Bir Yaşam )

4. Bu yaz dinlediğin en güzel şarkı?

Her şarkının ayrı bir yeri ve değeri vardır bende. Bu yüzden yine zor bir soru benim için. Sanırım sürekli dinlediğim şarkı:
Sia | The Greatest


5. Bu yazıyı bir kelime ile tarif et

Eğlenceli. 

Beni davet eden arkadaşım Semanur'a çok teşekkür ederim. Bende diğer arkadaşlarımı davet ediyorum.

Gizli Özne 
Bol Kafein 
Ben Lacivert

27 Temmuz 2016

Eksik Olan Ne?

Temmuz 27, 2016

Eksik Olan Ne?


Bazen bir bakışta, sorguluyorum hayatımı. Bazen bir sözde, sorguluyorum yanlışımı. Bazen sorgulamıyorum. Ben bazen yaşamıyorum. Susuyorum uzun uzun. Dalıp gidiyorum yeşil ördek gibi. Elimi eteğimi çekiyorum üzerinden hayatın. Hayat kalmıyor bende. Damarlarımdaki tüm kan çekiliyor. Çekip gidiyorum gökyüzüne. Orada beni kimse bulamıyor. Ben orada kimseyi aramıyorum. Aramayı bırakıyorum. Bırakıyorum kendimi. Çocukluğumda hayal ettiğim gibi aya sarılıp uyuyorum, yalnız yıldızlar parlıyor içimde. Ben bazı geceler gökyüzüne kaçıyorum. Yeryüzünden daha huzurlu geliyor karası. Ölümü hatırlatan bir toprak parçası bile yok. Hapishaneleri hatırlatan bina yığınları yok.

Kaçıyorum. Dörtnala kaçıyorum kendimden. Yaşam yakamı bırakmıyor hayallerde de. Bir ses dalıyor içine ve tutup çekiyor beni ışık hızı ile yeryüzüne. Işınlanmayı yaşıyorum. Hayallerimle hayatım arasında bir ışınlanma.

Nereden nereye? Neydim ne oldum? Sahi ne oldum? İlkokul hayalimdeki gibi herkese gönülden yardım eden bir doktor olamadım. Lise hayalimdeki gibi kendini insan psikolojisini anlamaya adamış bir psikolog da olamadım. Maden mühendisi oldum. Pişman değilim de sanki, eksiğim. Bir yanım eksik.

Eksik olan ne?


"Acıları dev aynasında büyüten rezil bir hassasiyetim var."
Cemil Meriç


22 Haziran 2016

Kapı Eşiği

Haziran 22, 2016

Kapı Eşiği

Dev gibi bir kapının eşiğindeyim. Kapının ardındakilerle ilgili devasa hayallerim var. Gül bahçem bu kapının ardında gizli.

Öyle bir kapı ki bu, asla eşiği geçemeyeceğim. Öyle bir kapı ki bu, eşiği geçsem öleceğim. Nasıl bir duygu ki bu, fırtınalar içindeyim.

Hayatımdaki en büyük kapının önündeyim sanki. Sanki tüm hayatım bu kapıda gizli. Arkamı dönüp gitsem, geleceğimden vazgeçeceğim. Kapıda dursam, geleceğime yürüyeceğim. Kapı öyle heybetli ki yıkılsa altında ezileceğim.

Bugüne kadar hangi kapılardan geçtim? Hangilerini seçtim? Hangilerinden vazgeçtim? Kim bilir hangi kapıları görmedim. Eşiğine kadar geldim çalmadım. Çalan kapılarımı açmadım. Kapalı kapılar ardında kaç yıl yaşadım? Yahut yaşadım mı? Saymadım. Ama anladım. Kapattığım her kapıda kaybettiğimi, çalmadığım her kapıda vazgeçtiğimi, açmadığım her kapıda göç ettiğimi fark ettim.

Korkmuyorum. Kapı dev gibi olsa da, üzerime yıkılsa da, uğruna ölsem de. Dimdik duruyorum eşiğinde, gül bahçemin hayaliyle…

Sevgiler...


12 Haziran 2016

Ne Bekliyoruz?

Haziran 12, 2016

Ne Bekliyoruz?

Bir adım atmak için illa birinin bizi itmesi mi lazım? Bir telefon açmak için illa ilham gelmesi mi lazım? Hayallerimizin peşinden koşmak için ne lazım? İstememiz, kendimize güvenmemiz ve biraz olsun umut etmemiz lazım.

5-6 ay önce mezun oldum ve çalışmıyorum. Hiç iş başvurusu yapmadan iş teklifi aldım. Hem de iş bulma konusunda ümitsizliğe kapılmak üzere olduğum bir dönemde (yaklaşık 1 ay önce). İş teklifini kabul etmesem de beni umutsuzluğa düşmekten kurtardı ve iş başvurusu yapmaya başladım. “Başvurduğunuz için teşekkür ederiz.” haricinde bir geri dönüt almadım. Tekrar umutsuzluğa düşmek üzereydim. Sonra kendime şunu sordum: “Ne yapmak istiyorum?”. İç sesim beni terk etmişti. “Çalışmak istiyorum.” diyordu aklım ama kalbimden ses çıkmıyordu.

Sahi neydi hayalim? Büyüyünce neyin peşinden koşacaktım dörtnala? Bunun cevabını neden veremiyordu dilim? Nerede kaybetmiştim hayalimi? Nerede susturmuştum kalbimi? Yalan dünyada kaybolmuş hissettim kendimi. İçimdeki sesti beni ben yapan. O ses olmadan robottan ne farkım kalırdı ki? Belki de sesini kısmıştım sadece. Silkelenip, kendime gelmeliydim.

Mesleğim ile ilgili yapabileceğim her şeyi yapmalıydım. Gitmek istediğim tüm kursları araştırdım. Özgeçmişimi yollayabileceğim her yere yolladım. İşte şimdi gerçekten istiyordum, kendime güveniyordum ve biraz olsun umudum vardı. İç sesim sonunda bana “Merhaba!” demişti. Gözlerim, dalıp gitmekten vazgeçip gülmeye başladı.

Ne zaman umutsuzluğa düştüğümü hissetsem, iç sesime sorarım; “Ne istiyorsun? , Ne bekliyorsun?”.

Hepimizin umutsuzluğa kapıldığı anlar oluyor. Genellikle, kendimize sormak yerine başkasına soruyoruz. “Ne istiyorum ben? , Ne bekliyorum?”. Bunun cevabı içimizde gizli. Bizi, bizden iyi kim bilebilir ki?


Sevgiler…

8 Haziran 2016

Cennet mi Cehennem mi?

Haziran 08, 2016

Cennet Mi Cehennem Mi?
Cennet ve cehennem; uzaklarda aramanız gereken bir mekan değil; içinizde var olan bakış açısıdır. Hepimizin kendine gerçekten şu soruyu sormasını istiyorum: Yaşadığım hayat cennet mi cehennem mi?

Benim cevabım kesinlikle cennet! Umarım sizin cevabınız da budur veya artık bu olur. Çünkü yaşadığımız hayat bizim olaylara bakış açımıza dayanıyor. Pozitif veya negatif hatta nötr birisi olmak doğuştan gelen bir şey değil!

Doğduğumuz andan itibaren bizi yetiştiren insanlardan tutun da yaşadığımız toplum dahil; bakış açımız, pozitif veya negatif bir birey olmamızı etkiliyor. Düşünce yapımıza, inancımıza, yaşam tarzımıza, doğrularımıza ve yanlışlarımıza etki edip bizi şekillendiriyor.

Umutsuzluğa kapılmayın. Hayatta olduğunuz sürece hiçbir şey için GEÇ değildir. Yeter ki içinizdeki cennetten vazgeçmeyin. Ve Mahatma Gandi'ye kulak verin:

“Söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür…
Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür…
Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür…
Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür…
Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür…
Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür…
Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür…”

1-) Şu andan itibaren söylediklerimizin pozitif şeyler olmasına dikkat etmeye başlayalım. Aklımıza, herhangi bir durumda olumsuz bir söz geldiğinde kendimizi tutup, kendimizi bu olumsuz sözü söylemek isteyip istemediğimizi düşünmeye itelim. Bunu sabırla yapmaya devam edersek emin olun hayatımızda bir çok şey olumlu yönde değişmeye başlayacaktır. Hatta insanlarla ilişkilerimiz hiç olmadığı kadar güzel olur ve kendimizi daha huzurlu hissetmeye başlarız.

2-) Gülümseyin! Sadece tanıdığımız insanlara değil, herkese selam verelim ve tebessümümüzü asla eksik etmeyelim. Mesela, hiç tanımadığımız ama her gün karşılaştığımız karşı komşumuza, sürekli gittiğimiz marketteki kasiyere, metroda yanına oturduğumuz kişilere, asansörde karşılaştığımız insanlara "Selam!" verelim artık!  Bu bir süre sonra bizde alışkanlık haline geldiğinde kimyamızın bile nasıl değiştiğini fark edeceğiz.

3-) Mesafe, iyidir. Herkesle arkadaş olmak, görüşmek veya konuşmak zorunda değiliz. Bizi sadece olumsuzluğa iten, dibe çeken, ruh halimizi mutsuzluğa sürükleyen veya hoşlanmadığımız konulara maruz bırakan insanlarla aramıza biraz mesafe koymak iyi gelecektir. Çünkü farkında olmasak da bizim düşüncelerimizi, bakış açımızı yani hayatımızı kökten etkiliyorlar. Daha huzurlu bir hayatın en temel felsefesi; az eşya, az insan değil midir?

4-) Fazlalıklardan kurtulmamızın vakti, yarın değil bugün! Erteleyip durduk hep ama farkında olmadan sırtımızda taşıdık onları yük gibi. Giymediğimiz kıyafetler, kullanmadığımız eşyalar, ayakkabılar vs. hepsi bir yük bize fark etmesek de. Bir yerden başlamamız lazım ve minimum ne kadar eşya ile idare edebiliyorsak belirleyip uygulamamız lazım. Mesela kullanmadığımız ama hala kullanılabilir eşyalarımızı ihtiyaç sahipleri için belediyeye veya her hangi bir kuruluşa verebiliriz, etrafımızdakilere hediye edebiliriz veya başka türlü bir alanda kullanmak için değerlendirebiliriz. Hiçbir işe yaramayan bir yığın olmaktan kurtarabiliriz onları. Bizim hiç ihtiyacımız olmayabilir ama bir başkasının çok ihtiyacı olabilir. İnsanı en mutlu eden şey, birini mutlu etmek değil midir?


Bu listeyi özellikle kısa tutuyorum çünkü bunu sadece bir bakış açısı olarak paylaşmak istedim sizlerle. Belki bir çoğumuz cennet ve cehennemi ölünce gideceği birer mekan olarak görüyor ama değil. Bu dünyada cenneti ve/veya cehennemi göremeyen, yaşayamayan, hissedemeyen biri öbür dünyada nasıl görebilir, yaşayabilir veya hissedebilir? Gelin, biz içimizdeki cenneti keşfedelim. Yaşadığımız hayatın bir cennet olduğunu fark edelim. Ölmeden önce, yaşayalım. Cehennem gözlüğümüzü hayatımızdan çıkarıp cennet gözlüğümüzle bakalım yaşamımıza. Yalnız; umudumuzu yitirmeyelim, inandığımız şeyler uğruna mücadele edelim, hayallerimizi gerçekleştirmek için bir adım atalım artık.

Hayat; kısa yahut uzun. Bilmiyoruz. Bir dakika sonrasını bilmiyoruz. Tek bildiğimiz ve tek elimiz de ol'an, şu AN. Neden bir cennet gibi yaşanmasın şu AN ?
Sevgiler...

6 Haziran 2016

Sosyal Medya Putları

Haziran 06, 2016

Sosyal Medya Putları

      Sosyal medyasız bir hayat, boş. Değil! Asıl sosyal medyasız hayat, hoş. Sosyal medyaya olan ilgimiz bağımlılık değil, resmen putperestlik!

      Sosyal medya hastalığının bir de adı var; FOMO (Fear of Missing Out) adında yani Türkçesi ‘Gelişmeleri Kaçırma Korkusu’. Bu psikolojik bir rahatsızlık olarak tanımlansa da bence küçümsenecek bir boyutta değil. Her gün bir tümör gibi büyüyen, yayılan ve bunu hissettirmeden, tatlı tatlı yapan bir virüs. 

     Sosyal medyaya bu kadar laf eden ben, asıl kendime söylüyorum bunları. Sabah gözlerimi açtığım gibi (hatta açmadan) telefonumu elime alıp "Neler kaçırdım?" diyerek bir bir gezmeye başlıyorum putlarımı. En son baktığım haberlere gelince telefonu bir kenara bırakıp yataktan ancak kalkıyorum. Bir de buna "Yatak keyfi yapıyorum." demiyor muyuz? Ne keyif ama! "Kim kiminle nerede, neler yapıyor?" bunu öğrenerek, izleyerek, okuyarak "yatak keyfi" yapmak nereden çıktı? Kendimize gelip şu telefonları ve putları bir kenara koymanın vakti geldi. Neden mi?
   
  • Sevdiklerimizle birlikte gerçekten vakit geçirmiyoruz.
  • Sohbet etmek için buluştuğumuz arkadaşlarımızın yüzüne 5 dakikadan fazla bakmadan ayrılıyoruz. 
  • Ailemizle birlikteyken kimse kimsenin yüzüne bakmıyor. (Herkesin bakması gereken bir telefon yüzü var.) 
  • Birbirimizi gerçekten dinlemiyoruz.
  • Birbirimizle gerçekten konuşmuyoruz.
  • Birbirimize putlarımızdan daha çok değer vermiyoruz. (Maalesef)
                         
   
     Sosyal medyayı tamamen hayatımızdan çıkartmaktan bahsetmiyorum. Yemek saati, iş saati gibi belirli bir zamana konması gerektiğini düşünüyorum. Yaşadığımız anın tadını çıkarmak, sevdiklerimizle gerçekten iletişim haline geçmek için bunu yapmak zorundayız. 
Daha iyi konuşmanın 10 kuralı adlı videoyu izlerseniz belki ne halde olduğumuzu ve buna ihtiyacımız olduğunu daha iyi anlatabilirim. Çünkü bir çoğumuz sohbet etmeyi, karşıdakini dinlemeyi ve hatta samimiyeti kaybetmek üzere. Bunu değiştirmek bizim ellerimizde.

     Yurt dışında bu konuda bir çok uygulama var. Benim size ve kendime önerilerim;
  • Sana bir şey katmayan ve zamanını boş yere çalan uygulamaları SİL.
  • Biriyle veya birileriyle buluştuğunda telefonu sessize al ve göz önünden KALDIR.
  • Seni olumsuz etkileyen her şeyi ve herkesi bir bir yok SAY.
  • Canın sıkıldığında sosyal medya yerine başka bir seçenek BUL.
  • Her şeyi herkesle PAYLAŞMA. 
      Umarım bu tepkimi yanlış anlamazsınız ve bir arkadaş olarak, sevgiyle yaptığımı hissettirebilirim sizlere. Ben yapmaya başladım, sıra sizde. Sevdiklerinize "like" atmak yerine kucak açmanız, yüz yüze, uzun ve doyumsuz sohbetler yapmanız umuduyla. 

Sevgiler...


Ziyaret ettiğiniz için;

Teşekkür ederim.